“Tehlike Arz Eden Irklar” Uygulaması ve Irk Temelli Yasaklamalar: Bilimsel, Etik ve Hukuki Bir Değerlendirme
30 Ekim 2025 PerşembeGiriş
Türkiye’de 2021 yılında yayımlanan “Tehlike Arz Eden Irklar” genelgesi, bazı köpek ırklarının —Pitbull Terrier, Dogo Argentino, Fila Brasileiro, Japanese Tosa, American Staffordshire Terrier ve American Bully— sahiplenilmesini, üretilmesini ve sahiplendirilmesini yasaklamıştır.
2024 yılında 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişikliklerin ardından çıkarılan Uygulama Yönetmeliği ise bu yasağın kapsamını genişleterek, söz konusu ırkların barınaklardaki varlığını da yasak kapsamına almış ve bu hayvanların rehabilitasyona tabi tutulmaksızın öldürülmesini öngörmüştür.
Uluslararası literatürde bu tür politikalar “breed-specific legislation (BSL)” — yani ırk temelli yasaklamalar — olarak adlandırılmaktadır. Bu yaklaşım, köpeklerin bireysel davranışları yerine yalnızca fiziksel görünümlerini esas alarak kamu güvenliğini sağlama iddiası taşır. Ancak bu iddia gerçekten bilimsel, etik, hukuki ve kamu güvenliği açısından temellendirilebilir mi?
Bilimsel Geçerlilik Sorunu
Amerikan Veteriner Hekimleri Birliği (AVMA), Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü (WOAH), Amerikan Barolar Birliği (ABA) ve Birleşik Krallık Kraliyet Veteriner Koleji (RVC) gibi kurumların yayımladığı raporlar, köpek davranışlarının ırkla doğrudan ilişkili olmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
Köpeklerde saldırganlık ya da ısırma vakalarının başlıca belirleyicileri şunlardır:
- Sosyalleşme eksikliği,
- Yanlış eğitim yöntemleri,
- Korkuya veya ihmale dayalı yaşam koşulları.
Dolayısıyla ırk temelli yasaklamalar, bilimsel olarak geçersiz bir risk sınıflandırmasına dayanmakta ve davranış biliminin temel ilkeleriyle çelişmektedir.
Üstelik bu politikaların ısırma ya da saldırı vakalarını azalttığına dair hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Çeşitli ülkelerde yürürlüğe konulan ırk temelli yasaklamaların ardından, saldırı oranlarında anlamlı bir düşüş gözlenmemiş; vakalar yalnızca farklı ırklara kaymıştır.
Türkiye’de ise köpek ısırıkları veya saldırılarına ilişkin ırk temelli bir veri tutulmadığından, sorunun gerçek nedenleri istatistiksel olarak görünmez hale gelmektedir.
Etik ve Hukuki Aykırılıklar
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, belirli köpek ırklarının sahiplenilmesini ve üretilmesini yasaklamakla birlikte, bu hayvanların yaşam hakkını ortadan kaldıran herhangi bir hüküm içermemektedir.
Ancak 2024 tarihli Uygulama Yönetmeliği, kanunda yer almayan bir hüküm ekleyerek bu ırkların barınaklarda öldürülmesini zorunlu kılmıştır.
Bu durum, hukukun normlar hiyerarşisine açıkça aykırıdır. Anayasa’nın 124. maddesi uyarınca, yönetmelikler kanuna aykırı olamaz. Yönetmeliğin, kanunda yer almayan bir “öldürme yükümlülüğü” getirmesi, yürürlükteki kanunun ruhunu ve sınırlarını aşmaktadır.
Ayrıca, morfolojik benzerliğe dayanarak yapılan bu tür ötanaziler, Anayasa’nın 56. maddesi ile güvence altına alınan “çevre ve canlı yaşamının korunması” ilkesine de aykırıdır.
Uluslararası hukuk bakımından değerlendirildiğinde ise bu tür uygulamalar, keyfi öldürme olarak nitelendirilebilecek etik dışı bir pratiğe işaret etmektedir.
Kamu Güvenliği Açısından Etkisiz Bir Yaklaşım
Irk temelli yasaklamalar, toplumda sahte bir “güvenlik hissi” yaratır.
Belirli ırkların yasaklanması, tehlikenin ortadan kalktığı izlenimini verse de, köpeklerin saldırganlaşmasına yol açan gerçek nedenler —kötü yetiştirme, ihmal, yanlış barınma koşulları ve kontrolsüz üretim— değişmeden kalır.
Gerçek kamu güvenliği, görünüşe göre öldürmekle değil; kanıta dayalı biçimde yönetmekle sağlanabilir.
Bilim temelli çözümler arasında;
- Üretim ve satış yasaklarının etkin denetimi,
- Yaygın kısırlaştırma programları,
- Davranış temelli değerlendirme sistemleri ve
- Sorumlu sahiplik eğitimleri yer alır.
Sonuç ve Çağrı
“Tehlike Arz Eden Irklar” uygulaması, ne sahipsiz hayvan sorununu ne de toplumdaki ısırma vakalarını çözmektedir. Aksine, bilimsel dayanağı olmayan ve etik açıdan sürdürülemez bir çerçeve oluşturmaktadır.
Bu politika, hem toplumun güvenlik algısını yanıltmakta hem de kamu kurumlarını ve veteriner hekimleri geri dönüşü olmayan bir etik sorumlulukla karşı karşıya bırakmaktadır.
Gerçek güvenlik, korkuya dayalı yasaklarla değil; bilgiye, denetime ve sorumluluğa dayalı yönetişimle mümkündür. Türkiye’nin veteriner hekimlik, davranış bilimi ve sivil toplum alanındaki birikimi, ırka değil bireysel davranışa dayalı, insancıl ve bilim temelli bir model geliştirmek için fazlasıyla yeterlidir.
Toplumun güvenliği, hayvanların öldürülmesiyle değil; sorumlu sahiplik, eğitim ve denetim yoluyla korunabilir. Bu potansiyeli harekete geçirmek, hem devletin hem de toplumun ortak görevidir.